HOŞ GELDİNİZ

HARPUT VE ELAZIĞ KÜLTÜRÜNÜ , TARİHİNİ MERAK EDENLER,
HOŞ GELDİNİZ,SEFALAR GETİRDİNİZ.




HARPUT KALESİ

HARPUT KALESİ

HARPUT TÜRKÜLERİ VE HİKAYELERİ

20 Şubat 2010

HARPUT TÜRKÜLERİ VE HİKAYELERİ-6

İNİŞTE YOKUŞTA ATA BİNMEZDİM
**************************************
İnişte yokuşta ata binmezdim
Zülküf'üm kurşuna boyun eğmezdim
Sol yanımdan değseydi belki ölmezdim
Nidem anam nidem kaderim böyle
Beynimden vuruldum gel insaf eyle
(Beynimden vuruldum gel otur ağla)

Yığıki bağlarının meyvesi değdi
Zülküf bir kurşuna boyun eğdi
Atılan kurşunlar Zülküf'e değdi

Nidem anam nidem kaderim böyle
Beynimden vuruldum gel insaf eyle
(Beynimden vuruldum gel otur ağla)
*********************************************
TÜRKÜNÜN HİKAYESİ;
*********************************************
Bu türkü, 19 Şubat 1968 tarihinde Elazığ Yemeniciler Çarsısında bir gece bekçisi tarafından gizlice arkasından vurularak öldürülen Elazığ'lı kabadayı Zülküf Kar için çıkarılmıştır.
Zülküf Kar 1934 yılında Elazığ’ın Yığıki (Aksaray) mahallesinde doğmuştur. Bir evin bir tek oğludur. Okuryazar olacak kadar okumuştur. Babası İslam Bey, Erzurum'dan gelmiş ve Elazığ’a yerleşmiş bir PTT memurudur. Çocukluğundan itibaren pervasız ve korkusuz, fakat mert ve dürüst bir yapısı vardır. En ufak bir kavgada onunla başetmek mümkün olmaz. Daha kendisi gençliğe adım atarken babası ve annesi aralıklarla vefat eder. İri yapılı ve kuvvetli bir genç haline gelince, Elazığ’ın bazı eğlence mekanlarına takılmaya başlar. Elazığ gazinolarında eğlenmek için arkadaşları ile beraber olduğu zamanlar yaşanan bazı kavgalarda cesareti ve mertliği ile kendisini gösterir ve kısa zamanda kabadayı olarak tanınır. Takım elbise giyen yakışıklı bir delikanlıdır.
Daha on sekiz yaş civarında iken uzun boylu, kıvırcık saçlı 100 kg ağırlığında güçlü kuvvetli yakışıklı bir yapısıyla kabadayı olarak tanınmaya başlar.Zaman içerisinde Elazığ’ın eğlence aleminde bir çevresi olur. Sorunu olanlara kendi usulü ile yardım eder. Bunun karşılığında da eğlence dünyasının bazı yetkilileri bazen isteyerek bazen de istemeyerek kendisini maddi olarak beslemeye başlarlar.
Bir zaman sonra Ankara'da ve bazı diğer illerde de eğlence sektörünün bazı alanlarına gider ve oralarda da arkadaşlar edinir. (Karslı kabadayı Küret Cemali en samimi arkadaşlarından biriymiş. Ara sıra Ankara'da ve Elazığ’da buluşurlarmış.) Artık belli çevrelerden bir nevi haraç alabilen, bazı eğlence yerlerine direkt olarak hükmedebilen ve epeyce maddi olanaklara kavuşan bir kişi olur.
Mahallesinde ve yörede fakir ve ihtiyaç sahiplerine maddi yardımlarda bulunur.Odunu kömürü olmayanların kışlık yakacaklarını alır. Benzeri konularda bir yardımsever olarak birçok kişinin yardımına koşar ve bu yönüyle garibanlar ve aç sahipleri tarafından sevilir ve taktir edilir. Kabadayıdır ama kesinlikle çok dürüst, güvenilir ve namuslu bir insandır. Bir keresinde Ankara'da bir gazinoda eğlenirken çıkan kavgada iki kişi ölür ve kendisi de on beş yerinden yaralanır. Fakat tedavi olduktan sonra iyileşir ve tekrar Elazığ’a döner.
Bu arada Elazığ’ın eski Gölcük Sinemasının karşısında Keban Taksi adında bir taksi durağı açarak onu çalıştırmaya başlar. Beş sene civarında bu taksi durağını işletir. (Bilindiği gibi o zamanın taksileri hep İmpala, Chevrolet gibi taksiler idi).
Yığıki’nin bahçelerinde bazen klarnetçi Mevlüt Canaydın ve benzeri bazı mahalli müzisyenlerle sofralar kurup meşkler de yaparlarmış.
0 yıllarda taksi az olduğu için mahalleler ve köyler arasında ulaşım için daha çok fayton kullanılırmış. Durumu iyi olanların genelde tanıdığı ve güvendiği bir faytoncusu varmış. Faytoncu Hilmi’de Zülküf'ün faytoncusu imiş. Bir gün Yığıki de bir bahçede eğlenirken faytoncusunu bir şey almak için carşıya göndermek ister. Faytoncu Hilmi itiraz edince kızar ve palaskasından tutarak onu oradaki ağacın dalına asar. Tanıyanlar gücü ve kuvvetinden bahsederken bu hadiseyi örnek gösterirler.
Genellikle tek başına gezermiş. Mecbur kalmadıkça silah taşımaz ve kullanmazmış. Gazino aleminde ve eğlence sektöründe yaşadığı olaylarda çok karşı karşıya gelmiş olacak ki, zabıta ile arası pek iyi değilmiş. Ağa, bey ve devlet yöneticileri ile herhangi bir samimiyet kurarak işlerini yürütme yoluna pek girmezmiş. 1968 yılına geldiğinde Erzurum'dan akrabaları olan bir bayanla nişanlanmış. Aynı yıl şubat ayının ondokuzunda Elazığ Demir Gazinosunda eğlenirken birilerinin sataşması üzerine kavgaya karışmış. (Bu sataşmanın kendisinden rahatsız olan o zamanın Elazığ’ın bazı çevrelerinin kuryeleri tarafından kasıtlı olarak çıkartıldığı söylenmektedir). Gece saat 02.00 civarında asayiş yetkilileri kendisini sorgulamak istemiş. Fakat cesur ve gözü pek Zülküf'e fazla yaklaşmamışlar. Zülküf'se üzerinde silah olduğu için gazinoyu terk edip Elazığ Yemeniciler çarşısına doğru uzaklaşmaya başlamış. Yerde çok kar ve buz varmış. Bir ara ayağı bir buz parçasına takılınca kayıp düşmüş. Arkasından yetişen gece bekçisi Ali Koç, gizlice arkadan beynine ateş ederek öldürmüş. (Bu bekçi ise, Zülküf'ün o kış yakacağını alarak yardım ettiği bekçiymiş).
Dürüst, namuslu,güvenilir ve başkasının malına ve mülküne tecavüz etmeyen ve fakir ve muhtaçları kollayan Zülküf'ün, bu şekilde nişanlıyken arkasından habersizce beynine sıkılan bir kurşunla daha 34 yasında iken öldürülmesi, kısa zamanda Elazığ’ın her yanında üzüntüye sebep olmuş. Bir nevi Elazığ ayağa kalkmış.
Cenazesi Yığıki yeni mezarlığına kaldırılırken binlerce insan eşlik etmiş. (Fakat ailesinden pek kimse yokmuş. Zaten iki kız kardeşi çok önceleri (1950'lerde) Bursa'ya yerleşmiş.
Elazığ’da halen sadece dayısı oğulları vardır. İşte bu acıklı son nedeniyle meçhul bestekarlar Zülküf'e ağıtlar yakmaya başlamış.
Bu ağıt daha sonra sevilen mahalli sanatçı Sıtkı Demirci tarafından, 1969 yılında bir Elazığ ezgisi olarak plağa okunmuş.
Plağın çıkmasından sonra ezgi çok yayılmış ve o günden sonra defalarca kayıtlara ve bantlara geçecek şekilde mahalli sanatçılarca okunmuştur.
Halen de Elazığ mahalli sanatçılarının repertuarlarında yer bulan ve seslendirilen bir ezgi olmaya devam etmektedir.

HARPUT TÜRKÜ HİKAYELERİ-5

ÇAYDA ÇIRA TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ
*******************************************

Çayda çıra yanıyor, Yanıp, yanıp sönüyor,Yavaş yürü usul bas, Engeller uyanıyor.
Çayda çıra yanıyor,Tutulmuş sanıyor,Yavaş oyna güzelim,Herkes seni tanıyor.
Çayda çıra yakarım,Yar yoluna bakaram,Bir yüz görümlüğüne,Beşibirlik takarım.
Yanar çayda çıralar,Kızlar oyun sıralar.Gelin hanım gelirse,Defçi toplar paralar
Yanar çayda çıralar,Kızlar oyun sıralar.Gelin hanım gelirse,Defçi toplar paralar
Çayda çıra yanıyor,Humar göz uyanıyor.Fitil çifte yara bir,Yürek mi dayanıyor.
Çayda çıra yüz çıra,Yanıyor sıra sıra Yarim keklik ben şahin,Giderim ardı sıra...

*********************************************
ÇAYDA ÇIRA TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ
*********************************************

Oyun Elazığ Harput’tan derlenmiştir. Oyun “Mumlu Dans” namıyla dünyaca tanınmaktadır. Çayda Çıra oyunu hakkında çeşitli efsaneler vardır. Ancak bunlar dilden dile dolaşan halk masallarına benzemekte ve diğer şehirlerimizde anlatılan efsanelerin bir varyantı ya da değişikliğe uğramış bir şekli olarak anlatılmaktadır. Oyun orijini itibariyle aydınlatma amacı güdülerek ortaya çıkmıştır.
Araştırmalarda halk arasında söylenen çeşitli efsaneler tespit ettik. Bunlardan bir örnek: Efsaneye göre Hazar Gölü kenarında bir köyde birbirini seven iki genç gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin buluşma yerine gidebilmesi için gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma gece olduğundan, kız çıra (Dındik) yakarak gence yerini belli etmektedir. Genç ise ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer buluşmaktadır. Bu durumu sezen kızın babası, buluşmanın yapılacağı bir gün erkeğin yüzerek gölün ortasına geldiği sırada çırayı söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına sebep olur. Bunu fark eden kız da kendini suya atar, o da kaybolur. Bunun üzerine bütün köylü toplanarak ellerindeki çıralarla iki sevgiliyi aramaya başlarlar.
Efsaneye göre, bu olay üzerine ağıtlar yakılmış, türküler söylenmiş ve çıra ile arama olayı oyunlaşarak günümüze kadar gelmiştir.Altıonva da yapılan görkemli bir düğünde geleneksel bir biçimde çay kenarında kurulan düğün meydanında çıralar yakılmış, somatalar kurulmuş ve düğün bütün coşkusuyla devam etmektedir. Bu sırada ay tutulunca, evlenen gencin annesi olan Pembe Hanım tabaklara çıralar, mumlar diktirip gençlerin ellerine vermiş ve önde kendisi olmak üzere yürüyerek düğün meydanına görkemli bir biçimde girmişlerdir. Bu buluşun mükemmelliği karşısında aşka gelen "Zurnacı Başı”, ellerindeki tabaklarla ortalığı bir anda gündüze çeviren, bu kalabalığı karşılayarak, gelenlerin ayak hareketlerine uygun bir müzik çalar. Kendisine eşlik eden kırk davul kırk zurna ile ortalık inlemeye başlar, böylece "Çayda Çıra" oyununun melodisi ortaya çıkmış olur. Bu olay gelenek halini almış ve çayda çıra oyunu günümüze kadar oynanıla gelmiştir.Eskiden kaçış göçüş olmadığı için, kız-erkek karma oynanan bu oyun, günümüzde karma oynandığı gibi, ayrı ayrı da oynanır. Oyunun 200–300 yıllık bir mazisi olduğu söylenir. Oyun Elazığ' ın her tarafında bilinir ve oynanır. Hatta son zamanlarda Elazığ dışına da taşarak Malatya ve Diyarbakır'da da çeşitli şekillerde oynanmaya başlamıştır.
Çayda Çıra oyunu sürekli olarak kendi melodisi ile oynanır. Ancak oyunun başlangıcında "Şirvan” ya da “Gelin Ağlatma Havası” denilen bir melodi çalınır. Bu oyunun melodisi ile başka bir oyun oynanmadığı gibi, bu oyun başka bir melodi ile de oynanmamaktadır. Oyun 10/8 lik usulde "Şirvan" makamındadır. Orta çabuklukta bir oyun olan çayda çıra, en az dört-beş kişi ile yürütülür. Arka arkaya dizilerek basen tek dizi, bazen de daire şeklinde oynanmaktadır. Halay sınıfından çok, dini bir raksa benzemektedir. Taklitli bir oyun olmayan "Çayda Çıra", usûl itibariyle başladığı gibi bitmekte ve usûlde bir değişiklik olmamaktadır. Hem açık, hem de kapalı yerlerde oynanır. Güvey yada gelin misafir önüne çıkarılırken ve de "güvey gezdirmesi" geleneği yerine getirilirken oynanır.
Tüm oyunlarda başta oynayana kolbaşı, sonda oynayana son başı ya da “poçik” denir . Sadece halay oyununda "Halay başı" ve "Halay sonu" adları kullanılır. Oyunun aracı çift tabak ve içerisindeki üçer mumdan ibarettir. Oyun yürütülürken "Heey, Teey, Tey" diye nara atılır. Elazığ yörelerinde delikanlıya "Gakkoş" adı verilir. Oyun düğünlerde, dinî ve millî bayramlarda oynanır

HARPUT TÜRKÜ HİKAYELERİ-4

YEMEN TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ

Havada bulut yok bu ne dumandır.
Mahlede ölü yok bu ne figandır.
Ana ben ölmedim bu ne şivandır
Aho yemendir gülü çemendir,
Giden gelmiyor acep nedendir.

BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR,
GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR

Kışlanın ardında redif sesi var.
Bakın çantasına acep nesi var,
Bir çift kundurası bir al fesi var.

Kışlanın önünde üç ağaç incir.
Kolumda kelepçe boynumda zincir.
Zincirin yerleri ne yaman sancır

Kışlanın önünde sıra söğütler.
Zabitler oturmuş asker öğütler.
Yemene gidecek bu koç yiğitler

Kışlanın ardını duman bağladı.
Analar babalar kara bağladı.
Yemene gidene herkes ağladı.

Kışlanın ardında yüzüyor kazlar.
Ayağım ağrıyor yüreğim sızlar.
Yemene gidene ağlıyor kızlar.
 Aho yemendir gülü çemendir.
Giden gelmiyor acep nedendir.

Kışlanın ardında bir kırık testi.
Askerin üstüne sam yeli esti.
Gelinlik tazeler umudu kesti.
Aho yemendir gülü çemendir.
Giden gelmiyor acep nedendir

BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR,
GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR

********************************************************

HİKAYESİ

********************************************************
Uğruna binlerce şehit verdiğimiz, nice ana, bacı, gelin kızların ağıt yaktığı acıya sebep olan Yemen Kanuni devrinde (1520-1566) Mısır valisi Hadım Süleyman Paşanın yaptığı 1.Hint seferi sırasında (1558) zapt olundu, fakat aradan bir müddet ayrı bir eyalet olarak idare olundu Bir ara çıkan isyanlar bastırıldı ve sonunda Yemen, Mısır valisi Koca Sinan Paşa tarafından kesin olarak alındı. Buna rağmen Yemen daima Osmanlı Devletinin bir sömürücüsü olmuş; orduya tek asker, hazineye tek kuruş vermemiş olduğu halde, Türk kanı ve alın teri durmadan akmıştır Yemen’e Kısacası Yemen bir yük olmaktan başka bir şey değildi Osmanlı için.Buraların yabancılara karşı korunması bile Anadolu ve Rumeli’den toplanan askerlerle yürütülürdü.Mekke ve Medine gibi İslam alemi için kutsal sayılan bu yerleri elde tutma isteği Osmanlı devletine pahalıya mal oluyordu.Bunun hatası sonradan öğrenilmiştir ama ne yazık ki binlerce Türk’ün şehit olmasına, binlerce ana kızın ve gelinin feryatlarına, binlerce yavrunun yetim kalmasına engel olamamıştır.

Bunca yıl kendilerine öz evladı gibi baktığı için Osmanlı Devletine karşı Yemen,İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmıştır. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’dan asker sevki yapmaktadır. Çarpışmalar o kadar şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen’e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini bilmektedirler. Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber alamamışlardır. Hatta bazı askerler yıllar sonra savaş bitse de bu topraklardan geriye dönememişler sağ kalabilenler orada yaşamlarını devam ettirmişlerdir.

Bu acıyla Yemen Türküsü o devirlerde halkın dilinden düşmemiş etkilerini ve izlerini günümüze kadar bu türküyle taşımıştır.

NOT : Ayrıca bu türkünün pek çok şarkıcı tarafından söylenen bir de "burası muştur"lu kısmı vardır.Türkünün esasında burada geçen yer "muş" değil "huş"tur.Huş, Yemen'de bir şehrin* adıdır.ancak halk arasında türkü yıllardır söylene söylene huş unutulmuştur. Türkü kesinlikle Harput türküsüdür.Askerler kışlada toplanmaktadır. o zamanlarda Muş ta ne ordu ne kolordu ne alay kısaca askerin toplandığı yermi vardı ki...???

HARPUT TÜRKÜLERİ VE HİKAYELERİ-3

AHÇİK TÜRKÜSÜ VE HİKAYESİ

Ahçiği yolladım Urum eline
Eser bad-ı sabah zülfün teline
Gel seni götürem İslam eline
Serimi sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik

Vardım kiliseye baktım haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem islam içine
Serimi sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik

Vardım kiliseye hac suda döner
Ahçiği kaybettim yüreğim yanar
Ben dinen dönersem el beni kınar
Serimi sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçik civan o Ahçik
*****************************************************

HİKAYESİ

*****************************************************
4 bin yılı aşkın tarihe sahip olan Harput; Hurriler, Hititler, Urartular, İlhanlılar, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Safeviler ve 1516 yılındaki Çaldıran savaşından sonra da Osmanlılara yurtluk etti. Her kavmin yaşadığı tecrübeleri ve elde ettiği birikimi bir sonrakine aktararak kültürel zenginliğin, sosyal hayatın ve paylaşımın sırlarını nesillerden nesillere aktardı. Bütün bu güzellikleri potasında eriten kent halen geçmişten günümüze miras tarihi ve kültürel değerleri ile gezip görenleri kendine hayran bırakıyor.

Harput'un zengin folklor mirası ciltler dolusu eserler meydana getirmiştir. Ancak o folklor eserleri içinde bir tanesi var ki onu vücuda getiren öykünün kahramanlarını taşıyanlar hâlâ yaşamaktadır.

"Vardım kiliseye baktım Haçına
Gönlümü bağladım sırma saçına
Gel seni götürem İslam içine
Başımı sevdaya salan o Ahçik
Aman o Ahçık, civan o Ahçik"

Aşkın, insanın birbirine duyduğu sevginin doruklarından dökülen sözler ve nağmeler her duyanı ürpertirken her seferinde Harputlularının yüreğindeki yaranın tekrar tekrar kanamasına yol açar. Çünkü yara o kadar taze ki kabuk bağlayarak kapanması için en az bir kaç nesil daha geçmesi gerekiyor...
Ahçik güzeller güzeli bir Ermeni Kızı. Mustafa ise yakışıklı mı yakışıklı bir Türk genci... İki genç aynı kentte aynı havayı soluyarak büyüyor, aynı pınardan su içiyor ve oyun oynarken acıktıklarında aynı somunu bölerek doyuruyorlar karınlarını... Ve birbirlerine vuruluyorlar...
Ama biri Ermeni biri Türk'tür... Biri Hristiyan diğeri Müslümandır. Yaşadıkları bölgede inanç ayrılığı çok önemsenmese de emperyalist güçlerin inançları ve hakları birbirine düşürmek için yaraları kaşıdığı günlendir. Bu izdivaç mümkün müdür? Aslında her iki aile sorun yoktur da cemaatler arası öfke yok mu?...
Sevgi bu daha kutsal bir değer tanır mı? Türkü'nün sözlerinden de anlaşılıyor ki iki sevgili birbirine kavuşmak uğruna ailelerin önlerine engel olarak koyduğu dini inançlarını bile sorgulayacak kadar karasevdalılar: Vardım Kiliseye Haç suda döner / Dinimden dönersem el ben kınar / Mustafa bu aşka nice bir yanar...

Ama bu aşk öyle bir zamana denk gelmiştir ki... Yıl 1915'tir.

24 Nisan'da meşhur tehcir kararı alınmıştır. 16 ila 55 yaş arasındaki bütün Ermeniler Bağdat demiryolu hattından en az 25 kilometre uzağa, şimdiki Suriye topraklarına göç ettirilecektir. Zorunlu göç mayısın sonunda İçişleri Bakanlığı'na bağlı yerel jandarma ve mülki amirlerin kontrolünde başlatılır.
Yayınlanan resmi emirler, Ermenilerin canına ve malına zarar gelmemesi için alınacak detaylı önlem ve uyarılarla doludur.
İşte Bizim Mustafa ile Ahçik’in türkülerle ölümsüzleşen aşk destanı da tam o günlerde yazılır…

KISACA;

Harput'ta AHÇİK isminde bir Ermeni kızına aşık olan bir Müslüman gencinin sevdasına karşılık yazmış olduğu bir türküdür bu. Ailelerinden kavuşmak için onay alamayan bu gençleri birbirinden ayırmışlar ve genç adam bu türküyü yazmıştır AHÇİK isimli sevgilisine...

HARPUT TÜRKÜLERİ VE HİKAYELERİ-2

DUMAN ALMIŞ

Duman almış mezarımın üstünü
Kömür gözlüm bilmem bana küstü mü
Ahbaplarım benden ümit kesti mi

Konma bülbül konma daldan ayrıyım
Sade daldan değil yardan ayrıyım

Atımı bağladım ben bir adaya
Karşı durdum yara gelen kadaya
Yeminliyim yarsiz girmem odaya

Konma bülbül konma daldan ayrıyım
Sade daldan değil yardan ayrıyım

Yeşil olur fistanının şeridi
Yüreğimde yağ kalmadı eridi
Nesibem de bu yerlerde biridi

Konma bülbül konma daldan ayrıyım
Sade daldan değil yardan ayrıyım

***************************************

HİKAYESİ

*******************************************

Yılı belli değil, herhalde çok eski, Harput'un belli başlı mahallerinden (Hoca Ahmet Asım Efendinin konağının bitişiğinde) birisindeyiz. Burada mütevazi bir aile oturuyor.Bir ana bir oğul bir de gelin. Tanrı bu aileye iki de kız çocuğu vermiş. Birinin adı Nesibe diğerinin Pamuk. Doğrusu ikisi de güzel mi güzel. Fakat Nesibe çok şirin ve cazibeliydi.
Bir kış günü baba, satlıcana (zatülcenp) tutularak bir hafta içinde ölüyor. Gel zaman git zaman anaya da bir kısmet çıkarak Yılangeçiren köyüne gelin gidiyor. İhtiyar büyük ana Güllü bacı ise, oğlunun yuvasını bozmadan bu inci gibi torunlarına kanat açarak Harput'ta kalıyor. Kızları büyütüp yetiştirmeye çalışıyor...
Kızlar gerçi yetişiyorlar fakat evde ana baba baskısı olmadığından serbest, hoppa ve afacan olarak...
Nesibe büyüyüp geliştikçe güzelliği de o nisbette artmakta... Boyu, posu yerinde. Yüzünün hat güzellikleri kara kaşları, kara gözleriyle müstesna bir Harput güzeli... Onu kim görürse hayran olurmuş. Onun bu güzelliği az zamanda bütün şehre yayılmış, dillere destan olmuş...
Bu haliyle beraber, Harput gibi mutaassıp bir muhitte, serbestçe evinin damına çıkıp damdan ve pencereden gelip geçenleri seyretmeye ve kendisini satmaya başlayınca bütün Harput'un dedikodusu Nesibe'nin üzerinde toplanır.
Harput'un çölleri (İstanbul'da külhanbeyi, Diyarbakır'da perhas, Erzurum'da Dadaş ne ise Harput'ta da Çölle aynı anlamdadır.) Hiç dururlar mı. Nesibe'yi bir kerecik olsun görmek için takip ve tecessüler günden güne çoğalır, tazyikler başlar. Her gece sabahlara kadar pencerelerine, damlarına taş yığdırılmakla rahatsız edilirler. İşte bu hovardaların arasında başka Karali gilin (Kara Ali gil) Mustafa vardır. Elazığ Mebbusu Naci beyin küçük kardeşi Mustafa yakışıklı bir gençtir. Aynı zamanda iyi bir ailenin çocuğudur. Fesinin üstüne ince boyalı yazma sarar, mert, cesur, fakat hovardamı hovardadır. Aynı zamanda saz da çalarmış, Nesibi'nin gönlü de Mustafa'dadır. Fakat bunun karşısında Hüseynikli Hamdi Çavuş namında bir belalı vardır. (Jandarma sürvarisi ve yağız bir delikanlı) Görevine gidip gelirken Nesibe'yi görür, beğenir ve gönlünü kaptırır, Hamdi Çavuş bir taraftan kızı sıkıştırdığı gibi, bir taraftan da büyük anası Güllü bacıya müracaatla Nesibe'ye talip olur. Hamdi çavuş hem Nesibe'den hem de büyük anadan yüz bulamayınca tehdit ve müdahalelerini sıklaştırır. Güllü bacı daha da ihtiyarlamıştır. Bu durumdan biraz olarak Nesibe'yi evinden uzaklaştırmak ve Mustafa beye vermek için Yılangeçirende ki anasının yanına gönderir. Nesibe Mustafa'dan ayrılmak istemez, fakat mecburen ağlaya ağlaya anasının yanına gider. Fakat Hamdi çavuş Nesibe'nin gittiği yeri de öğrenerek oraya da musallat olur. Orada da gerek kız, gerekse de anasından yüz bulamayınca deliye döner ve elindeki martiniyle Nesibe'yi öldürür sonra da atına binip firar eder. Bu acı ve kötü haber Harput'ta yayılınca, Harput'un meçhul şair ve bestecisi (türkü yakıcısı) bu ezgiyi dile getirir.

HARPUT TÜRKÜ HİKAYELERİ-1

HÜSEYNİK'TEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA
******************************************
Hüseynik'ten çıktım şeher yoluna

Can ağrısı tesir etti canıma

Yaradanım merhamet et kuluna


Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

Bilmem şu feleğin bana kastı ne

Telgrafın direkleri sayılmaz

Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz

Böyle canlar teneşire koyulmaz

Lütfü gelsin telgırafın başına

Bir tel versin musul'da kardaşıma

Bu gençlikte neler geldi başıma

**************************************************

HİKAYESİ

***************************************************
1892'de Harput Posta Müdürü olan yakışıklı, merd ve herkes tarafından sevilen sayılan Akif, Hüseynik'te oturur, sabahları Saray Yolu ile Harput'a çıkardı.
Akif bir rivayete göre uçarı, gece gündüz eğlence alemlerinde gezer tozar cinsten. Bir sürü de sevdalısı var. Kızkardeşi Ati Hanım bir kardeşi de Musul'da olduğundan abisine aşırı düşkün.
Telgrafçı Lütfü'de Akif'in Müdürlüğü döneminde PTT'de göreve başlamış, Akif'in çok sevdiği bir şahsiyettir.
Akif hiç beklenmedik bir zamanda Hüseynik'ten Şehre (Harput) çıkarken yolda kalp krizi geçirir ve ölür. Ölüm olayı duyulunca bütün bir şehir halkı hele, sevdalıları arkasından günlerce gözyaşı dökerler.
İşte tam bu sırada Saçlızade Hacı Vehbi Efendi yukarıdaki bu güzel ve hazin şarkıyı güftesiyle ve bestesiyle meydana getirmiştir.
*****************************************

2.HİKAYE

*****************************************

Hüseynik'ten çıktım şeher yoluna

Can ağrısı tesir etti koluma

Yaradanım merhamet et kuluna

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

Bilmem şu feleğin bana kastı ne


Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonraElazığda askerlik yapan bir delikanlının hikayesi bu türküde anlatılmaktadır.Ahmet Musul’dan Osmanlı döneminde askere alınır. Birinci dünya savaşı bittikten sonra kurtuluş savaşında da askerde kalır. Doğu cephesinde bir çok savaşa katılır. Savaş sırasında yaralanır. Savaştan sonra beş yıl Elazığ’ ın Hüseynik mahallesinde bir hastane de tedavi görür ve bir kolu tutmaz.

Telgırafın direkleri sayılmaz
Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz
Böyle canlar teneşire konulmaz

Yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana kastı ne

Taburcu olduktan sonra ailesine haber vermek için Musul’ a gitmeye karar verir. Ama daha sonra Musul’ un anavatandan ayrıldığını öğrenir. İyi olduğunu haber vermek için ailesine telgraf çekmeye karar verir. Bunun üzerine her hafta Huseynikten şehre yani Elazığ merkezine yürür. Bu gidiş gelişlerinde bu sözleri mırıldanmaya başlar.

Lütfü gelsin telgırafın başına
Bir tel versin Musul'da kardaşıma
Bu gençlikte neler geldi başıma

yazık oldu yazık şu genç ömrüme
Bilmem şu feleğin bana kastı ne

Bu yolda ona yardım eden ve onu yalnız bırakmak istemeyen Atik adında bir hemşirede vardır. Bu gidiş gelişler sırasında Atik Hanım yorgunluktan bayılır ve onu tekrar hastaneye geri götürmek zorunda kalır. O zamanlar Telgrafı en iyi kullanan Lütfü adında bir şahıstır.Ahmet, Lütfi’ nin telgrafı kullanmasını ister.Ama Lütfi Ankara' ya gitmiştir. Bu kadar şansızlıktan sonra “bu feleğin bana cebri ne “demiştir.